20 Eylül 2007 Perşembe

bir düs arası

BİR DÜŞ ARASI

Bir insanı ne mutlu kılabilir? Sonu olmayan arayışlar, huzur, aşk, para, nefret, büyüklük ya da acı çekmek. Düşler belki de bu yüzden, geçici mutlulukların, farkında olunmadan, çoğunluğu hatırlanmadan yaşandığı sessiz mecralarıdır. Mutluluk ve huzur hep kısa süreliğine yaşanan geçici esrimelerdir. Sürekli bir mutlu olma durumundan bahsedilebilir mi orası şüphelidir. İnsan kendisinin ya da başkalarının mutluluğu için uğraşırken, en nihayetinde kendi arayışının kıyısına yanaşır. Mutluluğun kendisini özlemez insan. Özlediği, mutluluk saplantısından kurtulmak için böyle bir zevkin anlamsızlığını sınamaktır. Mutluluğun, dolayısıyla yaşamın elbette bir tarifi olamaz. Her yaşantı, bir noktada kendisinin yinelemesi olduğu kadar, ona katılmışlığın izlerini de taşır. Böylece tek çizgi üzerinde ilerlemeyen bir yaşamı sınırlandırılmış tanımlara hapsetmek, insanı bu çerçevelerde izlemek, zorlayıcı bir bağlama denk düşer. Yazar Cesar Pavese, ben’in çatışma alanını çok iyi çözümlediği için, insanın mutluluk çabasını alaysı bir gerçekliğe döker; “ Biz acı çekerken, acımızın çemberinin dışında mutluluğun varolduğuna inanırız. Acı çekmediğimiz zaman, mutluluk diye bir şey olmadığını biliriz, bu yüzden de katlanacak bir acımız yok diye daha büyük bir hüzün duyarız.” Ve artık iyice biliriz ki, insan – en güçlü görünenin de bile- her türlü zayıflığın en tipik taşıyıcısıdır. Mutlu olmayı beceremediği için çevreye, aileye, arkadaşlara, sevgiliye, savaşlara başvurur. Hiç kopulmayacakmış gibi görünen, tutunulmuş bu dallar bile, içten içe yaşanan mutsuzluğun kendisi haline gelirler. Çoğu kişi için, kendi kendine yetebilerek mutlu olabilmenin seçeneği ne kadar düşükse, yaşamı rastlantı ile açıklamanın seçeneği de o kadar düşüktür. Pavese’nin dediği gibi, aslında bir rastlantı sonucu karşılaşılan sevgilinin arkasından ağlamak, onun gibisini bulamayacağı endişesini taşımak, onunla nasıl tanıştığını ters yüz etmekten ve yaşamın gizini yalanlamaktan başka bir şey değildir. Belki de insanları nerede sonlanacağı belirsiz arayışlara sokan, mutluluğu başka yerlerde ararlarken, kendi ben’lerini es geçmeleridir. Bugün belleğimizde yer edinebilenler, kendi ben’leri için girdikleri çatışmada, yaşamın düş kırıklıklarına rağmen, yazgıya karşı rastlantısallığı, bilinebilirliğe karşı gizemi koyarak en çaresiz durumda bile kendinden-yaşamdan- kaçmamanın mücadelesini vererek bunu başarmışlardır. İnsanlar alışkanlıklardan oluşan bir yaşantı çöplüğünün umarsız eskicileridir. Bir eskici topladığı nesnelerin yitirilmiş düşlerini, eskitilmiş anılarını katar çantasına. Çileler, sevinçler, uyumsuz ve çirkin biçimler, bozulmuş eşyalar gerçek katılığında çantanın içinde birikirken, hayatın heyecan veren yanı keşfedilir. Bir şekilde çocukluğun dokunulmaz aidiyetleridir keşfedilenler. Her birikimin dönüp dolaşıp nefes alacağı yer, kaynağına öykündüğü pınardır. Hayatın hangi noktasından bakılırsa bakılsın, birbirini bütünleyen anlar tatminsizliğin sadık sürekliliği olmaya devam edeceklerdir. Her mutluluk, bir sonraki için arayışın başladığı yere kadardır. İnsan yaşamı ise hiç bitmeyecek bir yolculuk ertesidir. Beden kadar zihnin de yolculuğudur bu! Bu yolculuk şaşırtıcılığını ve gizemini kaybettiğinde geriye kalan ölüm ve yalnızlıktır. Pavese’nin dediği gibi, kaderin amansız oluşu değildir sorun; çünkü insan bir şeyi inatla isterse, onu elde eder. Korkunç olan, istediğimiz şeyi elde ettikten sonra ondan bıkmamızdır. O zaman suçu kaderde değil, kendi isteğimizde bulmalıyız. Bugüne düşen; insanın kendine ve yalnızlığına acımasız geri dönüşüdür.

15 Eylül 2007 Cumartesi

Yaşamayı eskitmektenEskitmek için kullanmak gerektir bir şeyi, herhangi bir şeyiYaşamayı tüketmekten Bu da öyle tüketmek için başlamak gerekir.Yaşama sanki hiç gelmeyecek, erişmeyecek bir bayram gibi, BirBelki bu yoldan giderek Bir bayram nasıl beklenirseBelki bu yoldan giderek bir şeye varacakBir bayrama nasıl hazırlık yapılırsa, nasıl yaşamanın bütün kaygıları, bütün işleri, oruçları bayrama yönelirse, o kaygılar, o işler, o oruçlar nasıl o bayramda gerekliklerinin doğrulanışını bulursa Ama bayram gelirseBurada duruyor, Bayram gelirse...Ama bütün bir ömür bir bayram hazırlığıyla geçer de o bayram gelmezse...Bayramın geldiğini kaç kez düşündü hayatı boyunca, kaç kez ‘işte geldi artık’ dedi, kaç kez artık gelen bu bayramla Bugün, bu bayramı gelmiş sayacak mı ki?Oysa bir imgeninAma imge dediği anda, aklına imgeyi getirdiği anda, bir sözle biçimleştiriyor bu kavramı. Bu söz, bütün ömrüne,yaşamasını başarmış olsa da olmasa da, bütün ömrüne yön vermiş, bütün ömrünü yönetmiş bir söz değil mi? Ne yapmışsa o söz yüzünden yapmış değil mi? Hiç değilse öyle görünmüyor mu? O sözü de bir yana bırakabilmeli. Artık o sözün burada yalnız bir anlamı var, o anlamın ötesinde bir değer taşımıyor. Yaşamasını yönettiği zaman taşıdığı değere yer yok buralarda.Hele bu anda. Her sözün her yerde, her çağda, bir başka gerçekliği, bir başka geçerliği.Oysa bir imgenin, bir resmin, yan yana gelen iki rengin, bir rengin çeşitli ayrıntılarının üzerinde durmak, düşünceyi sayıklatıyor. Asıl bundan kaçınması gerekmiyor mu?